Bir Yıl Sonra Irak

-
Aa
+
a
a
a

The Independent15 Mart 2004

Irak'ta Birleşmiş Milletler'in artakalan görevlileri, üstlerinde herhangi bir yazı olmayan araçlarının beyaz plakalarını korkudan değiştirdiler. Artık plaka numarasının yanında "BM" harfleri olmayacak. Kızıl Haç'ın tek başına kalmış temsilcisiyle görüşmek için Müslüman Kızılay örgütünün merkezini ziyaret ettiğimde, başvuru masasındaki görevli kartvizitimi elinde evirip çevirdi ve açıkça belli olan bir korkuyla gözlerimin içine baktı - sanki bir İngiliz, potansiyel bir intihar bombacısı demekmiş gibi.

Geceleri sefil otelimde silah seslerine kulak kabartıyor, ve otelde kalan birçok kişinin gerçekleşeceği kehanetinde bulundukları saldırıyı, korkuyla bekliyorum. Bombacılar,  Heckler ve Koch otomatik silahlarıyla, gümüş tüfekleriyle ve siyah kurşun geçirmez yelekleriyle tam tekmil Güney Afrikalı ve Britanyalı paralı askerlerin, takırtılar çıkararak "güvenlik görevlerinden" döndükleri, bira ve ucuz kırmızı şarap içmeye hazırlandıkları akşam yemeği vaktinde mi saldıracak? Ya da hainlerin ve haçlıların arasında kalan ruhlarının temizlendiği, kendilerini kurban etmeye hazır hale geldikleri vakit olan sabah namazından hemen sonra, sabahın altısında mı? Sabahın altısıyla sekizi arasında, saldırı ihtimalinin en yüksek olduğu zaman aralığında, dakikaları sayıyorum. Yatak odamın pencerelerinin kahvaltı vaktinde kaç kez zangırdadığının sayısını unuttum.

Haydar ile Muhammed beni Musul veya Basra'ya götürmek için geldiklerinde rahatlıyorum. Şimdi iki Iraklı ve bir İngiliz, güneye giden 8 numaralı yolda katillerin saldırısına uğramamak için başlarımıza keyfiye takıp, kendimize kabile kabadayısı süsü veriyoruz. Geçen hafta günün ilk ışıklarıyla birlikte yola çıkmıştık ki -o saatte otelden uzakta olmanın verdiği rahatlığı bilemezsiniz- arabanın radyosundan Paul Bremer'in sesi yükseldi. Tam da, işgal kuvvetleri için görev yapan iki Amerikalı sivilin Irak polisi üniforması giyen kişiler tarafından öldürüldüğü noktaya yaklaşıyorduk. Radyo parazit yapmaya başladı. Bremer bize Irak'ta işlerin düzelmeye başladığını söyledi. Haydar, Muhammed ve ben birbirimize baktık, sonra da kahkahayı patlattık.

Bir yıl önce 8 numaralı yolda hiçbir sorun yaşanmıyordu. Eski canavar diktatör bu işlerin icabına bakmıştı. 1991 Körfez savaşından beri Basra'nın kuzeyinde eşkiyalar gasp ve ırza geçme olaylarına neden olsalar bile, Bağdat kanun ve düzenin hüküm sürdüğü bir kentti. Bağdat'ta gasp ve ırza geçmeler halk tarafından değil, hükumet tarafından yapılıyordu. Şimdi işler tersine döndü. İşgal öncesi Bağdat'a yaptığım son uçak yolculuğunda Ürdün Kraliyet Havayolları'nın verdiği bagaj etiketini, anı olarak hâlâ saklıyorum. Ürdün Havayolları, diktatörlük döneminde Bağdart'a son seferi yapmış olan sivil havayolu şirketiydi. Etiketin üstünde "Saddam Hüseyin Uluslararası Havaalanı" yazıyor. Biz yolcular her zamanki gibi terminalde yolunmuştuk. On dolar hariçten gelenlere bakana, 20 dolar bilgisayarımı kontrol edene, 40 dolar yirmi dolar alan adamın verdiği kâğıda bakana, bir yirmi dolar da kapıdaki askerlere.

Dışarıda yağmur vardı, arabamızın lastikleri fışırdıyordu, ama Bağdat bir Noel ağacı gibi ışıl ışıldı. Camiler ışıklandırılmıştı ve Iraklı polislere ait otomobiller, tatlı kokular yayan sık yapraklı palmiyelerle kaplı yollardaki lambaların altında uyukluyordu. Bilmiyorlar mıydı diye sordum kendi kendime? Neyin yaklaşmakta olduğunun farkında değiller miydi?

Savaştan önceki son geceyi hatırlıyorum. Tuvalet kâğıdı ve yara bandı almaya giderken, oğlunu omuzlarında taşıyan bir askere bakmıştım. Son izni diye düşünmüştüm. Iraklı askerler Sassoon ve Owen gibi şiirler yazdılar mı? Yoksa cepheye giderken Saddam'ın yazdığı çocukça romanları mı okudular sadece? Eczanede, birkaç saat sonra İngiliz Hava Kuvvetleri'nin eczanesini bombalama ihtimali olmasına rağmen, bana yara bandı satma nezaketini gösteren eczacı ile şakalaştım.

"Evet" dedi, "bence bombalayacaklar".

O zamanlar bize bakan "görevliler" vardı.Yolsuzluğa batmış eski Enformasyon Bakanlığı'ndaki Saddam'ın adamları, bizi siyaseten doğru olmayandan uzak tutup, Amerika karşıtı alışılmış sokak gösterilerine ve önemsiz bakanlıklardaki bitmek bilmeyen basın toplantılarına yöneltmekle görevliydi. Ama bir süre sonra önce amirlerine, sonra da bize bakanlara rüşvet vererek istediğimiz yerlere gidebilmeye başladık. Önümüzde Amerikan ateşi altında ölenleri taşıyan kamyonetler gitmeye başladığında bile bunu yapabiliyorduk.

İlk bombalar ufku turuncuya boyayarak Bağdat'ın 20 mil uzağına düştü. Ertesi gün sıra Bağdat'a geldi. Başımızın üstünden ıslık çalarak geçen Cruise füzeleri, başkanlık sarayı etrafında patladı. Şimdi o yığının üstünde Paul Bremer oturuyor. Amerika'nın güya terör uzmanı olan ve Anglo-Amerikan egemenliğini temsil eden pro-konsülü. Bremer orada çalışıyor ve gizleniyor.

Amerikalıların ve Britanyalıların savaş açmak için bahane ettikleri yanılsamalar, şimdi o zaman olduğundan daha da dehşet verici görünüyor. Saddam, Britanyalıların ve Amerikalıların İran'la savaştığı zaman sevdikleri, Kuveyt'i işgal ettiği zaman nefret ettikleri adamdı. Kukla diktatörlerin bilmeleri gereken bir şey var, sadece düşmana saldırılır. Hasta oğlu Uday Bağdat'ta içip içip ırza geçerken, Saddam sayısız saraylarında epik romanlar yazan, bunamaya başlamış bir adamdı zaten. Klasik Orta Doğu masalı binbir gecenin şehri, dünyanın tek süper gücüne hedef olacak nitelikte değildi hiç.

Amerikan 101. Piyade Tugayı Bağdat'a yaklaşırken, Bağdat'ta çıkan son gazetelerin arka sayfalarında anlamlı bir fotoğraf vardı. Ortada uniformalı ve yorgun gözüken Saddam dikiliyordu, sol yanında şık giyimli oğlu Kusay vardı. Ama sağ yanında, gömleği pantolonunun dışına çıkmış, uyuşturucu etkisi altında, kemerinin üstünden tabancasının kabzası görünen, gözleri büyümüş, ruh hastası sevgili oğlu Uday vardı. Arap dünyasının bu üçlüsü için kim savaş açardı?

Saddam kazanacağını düşünüyordu yine de. Bütün "güçlülerin" tehlikeli dostu olan kader, Amerika'yı bir şekilde dize getirdi. Amerika'nın felaketi üstüne kehanette bulunan Enformasyon Bakanı El Sahaf'ı dinlemek her zaman ilginç olmuştur. Irak'ı işgal eden büyük  orduları sadece Iraklı vatanseverler mahvetmedi. Sıcak onları kavurdu, çöl onları bitirdi, cesetlerini yılanlar ve kuduz köpekler yedi. Halifelikten bu yana lanet, hiçbir zaman bu kadar işgalcinin üstünde olmamıştı. 1990'da Tarık Aziz, 18 milyon Iraklı'nın bir bilgisayarla yenilemeyeceği konusunda Amerikalıları uyarmamış mıydı? Ama bilgisayar kazandı. Başkan Bush ve Başbakan Blair'in birbirine benzeyen rüya ve kâbusları vardı. İkisi de muhafazakâr, sağ kanat ve İsrail yanlısı Amerikalı savaş tanrıları tarafından cesaretlendirildi. İkisi de bu felaketin ortaya çıkması için ellerinden geleni yaptılar. Şimdi her şey paramparça. Şimdi ikisi de savaş öncesi yarattıkları ideolojik etkiyi silmeye çalışıyorlar. Onlara göre Saddam, olmayan kitle imha silahlarıyla, ve 2001'de New York'a, Washington'a saldıranlarla yine olmayan bağlantılarıyla; bir şer devletinin teröristiydi, çok güçlüydü, ezilmeliydi.

Kurtuluş, Demokrasi, Yeni Bir Orta Doğu. İşgalcilerin ihtiraslarının sınırı yoktu. Bu tehlikeli saçmalıkları ortaya serenlerin nasıl üstlerine gidildiğini hatırlıyorum. 11 Eylül 2001 bahane edilerek işlenen insanlık suçlarından söz edince Amerika karşıtı, Başkan Bush'un arkasındaki çılgın sağ koalisyon konusunda okurları uyarınca anti-Semitik oluyordunuz. Anglo-Amerikan hava bombardımanları sırasında Iraklı sivillere yapılan vahşeti haber yapınca düşmanla düşüp kalkan, Britanya karşıtı, Saddam yanlısı biri oluyordunuz. Saddam'ın insan hakları konusunda işlediği eski suçları kapsayan Blair'in ilk "dosyası" (yani büyük bir kısmı) yayınlandığında; kitle imha silahları konusu, "olabilirler", "ihtimal dahilindeler", "belkiler" ile teminat altına alınmıştı bile. Bağdat'ın "kurtarılmasından" bir gün sonra Independent'ta "direniş savaşının" başlamak üzere olduğunu yazdım. Gelen hakaret ve tehdit mektupları ile banyomun bütün duvarlarını kaplayabilirim. Artık böyle mektuplar gelmiyor.

Ama böyle kinlere çoğu zaman hayal kırıklıkları eşlik eder. Saddam Haçlılarla savaştığını düşündü. Bush ve Blair de onun kadar çocukça oyunlar oynadılar. Churchill kılığına girip içteki karşıtlarını Chamberlain'e  benzeterek yıpratmaya çalıştılar. Saddam'a Hitler'in üniformasını giydirdiler. İşgal sırasında kelime anlamıyla kararan Irak televizyonundan verilen görüntüyü seyrettiğimde duyduğum dehşeti hatırlıyorum. İşgal sırasında ilk intihar bombacısının ABD birliklerine saldırımasının görüntüsünü. Bombacı evli ve genç bir askerdi. Nasıriye yakınlarında bomba yüklü otomobilini Amerikalıların üzerine sürmüştü. Daha önce hiçbir Iraklı savaşta böyle bir direniş eylemi yapmamıştı. Somme** batağına benzeyen ve sekiz yıl süren İran-Irak savaşında bile böyle bir şey olmamıştı. Sonra iki Iraklı kadın güney Irak'ta otomobillerini Amerikalıların üstüne sürdüler. Bu eylem şaşırtıcıydı.

Amerikalılar olayları önemsemediler. Gazetecilere, olayın çaresiz kalan bir rejimin korkakça çırpınışları olduğunu söylendi. Ama bu üç Iraklı Saddam rejimi yanlısı değillerdi. Hatta Baasçılar bile bu saldırıların kendine özgü nitelik taşıdığını, askerin ve iki kadının bireysel eylemleri olduğunu teslim etmek zorunda kaldı.

Bu ne anlama geliyordu? Tabii kalkıp bu soruyu sormadık. Sonra yeni bir mitos yaratıldı. Irak ordusu buharlaşmış, Bağdat'tan gitmişti. Askerler üniformalarını çıkarmış, blue-jean ve t-shirt giyerek onursuzca ve korkakça sıvışmışlardı. Bağdat Stalingrad'a benzemiyordu. Ancak Bağdat'ın son günlerinin hikâyesi tehlikeli bir biçimde değişti. Dicle nehrinin batı yakasında, 1 numaralı yolda korkunç bir muharebe oldu. Saddam'ın gerilları bir Amerikan tank kolu ile 36 saat süreyle savaştı. ABD tankları bütün sivil veya askeri araçlar hurdahaş oluncaya dek otoyolu ateş yağmuruna tuttular. Siperlerden ateş edenler ateşi kesmeden önce otoyolda yürümeye başladım. İçi kömürleşmiş erkek, kadın ve çocuk cesetleriyle dolu arabaların içlerine baktım. Birçok ölü yığını vardı. Yığınların üstlerine halılar ve battaniyeler örtülmüştü. Bir otomobilin arkasında kusursuz çıplak bedeni kömürleşmiş genç bir kadın cesedi vardı. Ayakları dizlerinden kopmuş kocası ya da babası, hâlâ direksiyondaydı. Tabii Iraklı askerler sivillerin arasına karışmıştı. İşte bu yüzden sonunda Amerikalılar hepsine birden ateş etmişti. Bu bir katliamdı. Iraklıların unutacağını mı sandık? Bir yıl önceki o korkunç haftalarda olanlardan en çok ne kaldı aklımızda? Savaşta gün boyunca hayatta kalmaya çalışırsınız. Geceleri de uçak ve bomba gürültüsünden uyuyamazsınız. Ertesi gün uyanık olup hayatta kalmak zorundasınızdır. Sonra bir an gelir elinde yarım somun ekmek tuttuğunu sandığınız bir adamın, elinde yarım bir bebek tuttuğunu farkedersiniz. Sizi ayakta tutan tek şeyin öfke olması hiç de şaşırtıcı değildir. Misket bombalarını biz yarattık. Şimdi katıksız bir hayretle hatırlıyorum. Amerikan ateşi Dicle boyunca sürüyordu. Bir şekilde Bağdat'ın en büyük hastahanesinin acil bölümüne ulaşmayı başardım. Haykıran adamların yattıkları yatakların  arasında oluşmuş kan göllerinden geçmek zorunda kaldım. Adamlardan bir tanesi alev almıştı. Bir diğeri "anne!" diye çığlık atıyordu. Tekerlekli bir hastahane arabasının üstünde, başından tarif edilemeyecek düzeyde yaralanmış, kanla kaplı bir adam yatıyordu. Sağ göz çukuruna tıkıştırılmış mendilden yere oluk gibi kan fışkırıyordu.

Biz şehirdekiler, günler boyunca "kurtuluştan" sonra Basra ve Nasıriye'yi gösteren haber filmlerini seyrettik. Oralardaki Britanyalı ve Amerikalıların hiçbirşey yapmadan seyrettikleri yağma ve talanı izledik. Ve tabii yağmacılardan kurulu bir orta çağ ordusunun ve onları izleyen Amerikalıların şehre girişini gördük. İşyerleri, bankalar, arşivler, müzeler, dini kütüphaneler yakıldı. Sadece hükumet yapısı değil, Irak'ın kimliği de yok edildi. Yağmacılar örgütlü olmamakla beraber işlerinin ehliydiler; parayla satın alınabiliyorlardı ama yoksuldular. Kundakçılar önceden tesbit edildiği belli olan hedeflere otobüslerle getirildiler. Tahrip ettiklere şeylere dokunmadılar. Parayla tutulmuşlardı.

Onları kim tutmuştu? Eğer Saddam tutmuş olsa, Amerikalılar şehri ele geçirdiğine göre, parayı ceplerine indirip birşey yapmadan evlerine gitmezler miydi? Eğer paraları iş bittikten sonra ödendiyse, kim ödedi?

Tabii toplu mezarlar bulduk. Saddam'ın batılı güçlerin müttefiği olduğu ve kitleleri vahşice katlettiği dönemlerden kalan toplu mezarlar. Batının Kürt ve Şii isyanlarını desteklemediği dönemde, Saddam'ın katlettiği onbinlerce insanın çöl kumlarına gömülmüş cesetlerini bulduk. Bu insanların yas tutan yakınlarının bıkıp usanmadan bize söyledikleri gibi, "kurtuluş" gelmişti ama, biraz geç gelmişti. Tam tamına söylemek gerekirse 20 yıl geç gelmişti. İşte bu kanunsuz karmaşa ortamına gelmiştik. Galiplerin muhalefete karşı hoşgörüsü yoktu. Independent'te "kurtarıcıların yeni ve yabancı bir işgal gücü" olduğunu, "onları Irak'la birleştiren ortak bir kültür, din veya dil" bulunmadığını yazdım. BBC'nin bir yorumcusu tarafından suçlandım. Batılılar, bakın halk bizi ne kadar seviyor diye bağırıyorlardı. Tıpkı dalkavuk yardakçılarını yanına alıp, Bağdat halkının karşısına çıkan Saddam'ın söylediği gibi. Seçimler, anayasalar, yönetim konseyleri, para… olacaktı. Irak denen kabile toplumuna verilen sözlerin sonu gelmiyordu. Sonra Amerikalı müteahhitler ve büyük şirketler ve Britanyalı, Amerikalı, Güney Afrikalı, Şilili binlerce paralı asker çıkageldi. Şili'den gelenler Pinochet'nin ordusunda görev yapmış Nepalliler ve Filipinlilerdi.

Ve işgalcilere karşı kaçınılmaz savaş başladığında, ne yazık ki çoğunluğunu biz gazetecilerin oluşturduğu işgal güçleri, işgalin ceremesinden kaçmak için yeni bir hikâye uydurduk. Düşmanlarımız, "kaybettikleri savaşı inatla sürdürenlerdi", "Baasçı kalıntılardı", rejimin "artıklarıydı". İşgal güçleri Uday'ı ve Kusay'ı öldürdüler, Saddam'ı yerin altındaki ininden çekip çıkardılar ve direniş daha da sertleşti. Artık düşmanlarımız hem "kalıntılar" hem de "yabancı savaşçılardı". Kendi halinde Iraklılar direniş hareketine girmeyeceğine göre, bunlar El Kaide örgütü üyeleriydi. Buna inanmak zorundaydık. Eğer Iraklılar direniş hareketine katılmışlarsa, nasıl oluyor da bizi, "kurtarıcılarını" seviyorlardı?

Önce gazeteciler, bu asilerin sadece "daha önce Saddam'a sadık olan birkaç Sünni şehirden" geldiklerini anlatmaları için teşvik edildi. Daha sonra sözde direnişin "Sünni üçgeni" ile sınırlı olduğu söylendi.

Ama saldırılar kuzeye ve güneye, Nasıriye'ye, Kerbela'ya, Kerkük'e ve Musul'a da sızınca, üçgen sekizgene dönüştü. Gazetecilere yine "yabancı savaşçılardan" söz edildi. Gözden kaçan bir gerçek vardı; Irak'taki 120,000 yabancı savaşçı Amerikan üniforması giyiyordu.

Yine de, işgalin "başarısı" konusunda yalanın sınırı yoktu. Doğru, okullar yeniden yapılmıştı ama ne ayıp, Iraklılar tarafından çoğu kez ikinci bir defa yağmalanmıştı. Hastahaneler tamir edilmiş ve öğrenciler üniversitelere dönmüşlerdi. Ama petrol üretim rakamlarıyla oynanıyor, üretim olduğundan fazla gösteriliyordu, Amerikalılara yapılan saldırılar yalanlanıyordu. İşgal güçleri önceleri sadece kendi askerlerinin öldüğü veya yaralandığı gerilla saldırılarını açıklıyordu. Sonraları hiç kimse her gece yapılan 60 kadar saldırıyı gizleyemeyecek hale gelince, birliklere ölüm ve yaralanmayla sonuçlanmayan olayları bildirmeme emri verildi. Ama savaşın birinci yıldönümünde, her yabancı hedef haline gelmişti.

Bu arada intihar saldırısı yapanlar başına buyruk hale geldi. Türkiye Büyükelçiliği, Ürdün Büyükelçiliği, Birleşmiş Milletler, Necef ve Kerbela'daki kutsal yerler ve ülkedeki polis karakolları bombalandı. Bombalanan karakollarda dört ay içinde 600 yeni Irak polisi öldü. Amerikalılar ve Britanyalılar iç savaş tehlikesi konusunda uyarılar yaptılar. Tabii gazeteciler de. Ama vatandaşlar arası çelişkiler konusunda Iraklıların ağzından tek kelime bile çıkmadı. Aslında bu "iç savaşı" kim istiyordu? Ülkede azınlıkta olan Sünniler bu savaşı neden istesinlerdi? Şiilerin hiç olmazsa dolaylı desteği olmaksızın, işgal gücünü yenme imkani yokken, El Kaide'nin iç savaş çıkarmasına neden göz yumsunlardı? Ben bu raporu yazarken telefon çaldı. Bir ses aşağıda bekleyen orta yaşlı bir Iraklı ile görüşüp görüşmeyeceğimi sordu. Orta yaşlı Iraklı, ülkesine yeni dönmüş Cardiff Koleji'nden bir öğretim üyesiydi. Ülkesinin içinde bulunduğu korku ve ıstırabı görmüştü. Bana kızı ve gelini Ocak'ta silahlı kişilerce Bağdat'ta kaçırılan bir kadının fidye parasını ödeyebilmesi için, annesinin bir milyon Irak dinarı topladığını anlattı. İki kız köle olarak satıldıkları Yemen'den daha yeni telefon etmişlerdi. Bir başka komşusu, Bağdat'ın Karada bölgesinde silahlı adamlarca kaçırılan 17 yaşındaki oğlunu kurtarmak için 5,000 dolar ödemişti. İki gün önce -bu raporu cuma günü yazıyorum- fidyeciler bir başka çocuğu kaçırmışlardı ve hayatına karşı 200,000 dolar istiyorlardı. Ziyaretçimin yakın bir akrabası Kerbela yakınında arabasına yapılan kanlı saldırıdan canını güç kurtarmıştı.  Bunların 26 milyon nüfuslu Irak'ta sadece bir adamın yakın çevresine yaşananlar olduğuna dikkat çekmek isterim. Akrabası ve 11 arkadaşına geçen hafta araçlarını sollayan bir başka araçtan ateş açılmış, bunlardan 30 kurşun yarası alan bir tanesi ölmüştü. Yaralanmadan kurtulan tek kişi olan akraba, arkadaşlarının kanına bulanmıştı.

İşgal yetkililerinin "kurtuluştan" beri ya da işgal sırasında kaç Iraklı'nın öldüğü konusunda rakam vermekten kaçınmaları şaşırtıcı değil. Onlar "egemenliğin devrinden" yani egemenliğin Amerikalıların tayin ettiği bir grup Iraklıdan, yine Amerikalıların tayin ettiği bir başka grup Iraklıya devredilmesinden, ya da eğer yapılabilirse gelecek yıl yapılacak olan gerçek seçimlerden önce büyük bir olasılıkla geçerliliğini yitirecek olan anayasadan bahsetmeyi tercih ediyorlar. Eğer bütün bunları önceden tahmin edebilseydik sabırlı davranır ve BM silah denetçilerinin işlerini bitirmelerini beklerdik. Ama önce savaştık, kendi silah denetçilerimiz birşey bulamayınca da sabır talep ettik. Bütün bunları bilseydik bir yıl önce şen şakrak savaşa gider miydik?

Bu savaş daha bitmedi. "Temel savaş operasyonunun sonu" gelmedi. Sadece gerçekleştirilen işgal, "kurtarıcılardan" kurtulmak için yapılan uzun ve vahşi bir savaşa dönüşüverdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi, Iraklıları zalim tiranların elinden kurtarmak için, Britanya 1917'de Irak'ı işgal etmişti. General Maude bu sözleri kullanmıştı. Biz de bu acımasız hikâyeyi bugün tekrarladık. Geçmişteki Irak direniş savaşında ölen Britanyalı askerler, şimdi Bağdat yakınındaki North Gate Mezarlığı'nda yatıyor. Ölen askerler unutulmuş olsalar bile, işgal çılgınlığının ebedi simgeleri olarak kalacaklar.

* * I. Dünya Savaşı'nın ağırlık merkezini oluşturan Kuzey Fransa'daki nehir. Almanların burada kurduğu savunma hattı, müttefik kuvvetlerin büyük kayıplar vermesine neden olmuştu.

Çeviren: İnci Ötügen

Iraq, one year on